17 Haziran 2007 Pazar

Ağzına İşeyeceksin..- DİYARBAKIR CEZAEVİ

Ağzına İşeyeceksin..- DİYARBAKIR CEZAEVİ


lé almanya Auchwitzh hebu....qet kes ne got gelo lé tirkiye çı heye..
..
..
lé bele komkujiyé gırani lé vır bu..belki ne bı hezar mırovan bu....
..
di sala 1982emin..83.....dı zındana amede de tişten çewa çebun xwedé zane...
..
esat oktay yildiran digot " ben buranın Allah'iyim" ...u qetl lé ser qetl dıkır...
..
..
di desté me da ewé ku jı hepsa derketine ..u mıjulén wan hene...
...
u hınık nivis........eme peşkeşi bıkın.....
....
u daxwaziya mın ku kes jı bırnike ev komkujiyén amede...
......
.......
..........
PCkoo...

......


bir zamanlar bir cezaevinde...
1981-84 yılları arasında 34 tutuklunun öldüğü, yüzlerce kişinin ise sakat kaldığı diyarbakır cezaevi'nde dehşete tanık olanlar anlatıyor...

..

Alıntı:






Esat Oktay, biz tutuklulara yemek vermiyordu, açlık ve susuzluktan verem hastalığına yakalanıyorduk.

Dr. Orhan Özcanlı biz veremlilerin balgamlarını tahlil için toplar, matfağa götürüp yemeklere karıştırır ve o gün bol miktarda yemeği bütün koğuşlara dağıttırırdı.

Bir araştırma yapılırsa 1983 Yılında Diyarbakır Cezaevi’ndeki veremli sayısı, bütün Türkiye’deki veremli sayısı kadar olduğu anlaşılacaktır ve bu da Dr. Orhan Özcanlı’nın ’başarı’sıdır.

Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran tutuklulara bok yedirirdi. Dr. Orhan Özcanlı ise; ekmeğin üzerine krem deterjan sürdürerek yedirmeyi, toz detarjanı suya katarak içirtmeyi tercih ederdi.

Ve Cellat Esat`in suratına bakıp şu esprisini de yapıyordu:
„Komutanım, siz ağızlarını pisliyorsunuz, ben temizliyorum. Sizinki bir anlık midelerini bulandırır, benimkinin ne yapacağını git onlara sor!“

Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran tutukluları aç bırakmaktan zevk alırdı. Dr. Orhan Özcanlı ise; susuz bırakmaya bayılırdı.

Diyarbakır sıcağında, yazın ortasında vanadan suyu keserdi; beş veya altı gün tek damla su akmazdı. Tutuklular ardarda düşer bayılırdı. Koğuş gardiyanları Dr. Orhan Özcanlı`ya koşarlardı. Koğuş kapısına kadar gelen Dr. Orhan ile gardiyan arasında tiyatro başlardı.

Doktor Orhan: (yerde yatan tutuklulara bakar)

- Yavrum ne oldu bunlara?
- Komutanım bilmiyorum, hastalar!
- Vah vah vah! Ayaklarından çekip koridora çıkarın yavrum.
Gardiyanlar baygın olan tutukluları tek tek ayaklarından çekerek koridorda üst üste atarlar.

Tiyatro devam eder.

“Yavrum bu adamlar susuz, bidonarla su getirin!”

Bidonlarla taşınan sular tutukluların üzerine dökülür, koridorda beş santim derinlikte su yükselir, baygınlar yavaş yavaş ayılır, dökülen suları kana kana içer ve herkes Doktoru alkışlayınca tutuklular içeri alınırdı.

Benim bir arkadaşım vardı. Adı Fevzi Yetkin`di.

Fevzi`nin arka dişlerinden biri ağrıyor, bu yüzden gece gündüz inliyordu.

Gardiyanlar alıp götürdüler. Dış salonda hangi dişinin ağrıdığını sormuşlar.

Fevzi ağrıyan dişini göstermiş, “hayır” bu dişin ağrımıyor, sağlam bir dişini işaret ediyorlar.

“Bu dişim ağrıyor diyeceksin !”diyorlar.

Sürükleyip Dr. Orhan Özcanlı’nın yanına götürüyorlar. Onun gözlerinin önünde.
Çenelerini yumrukluyorlar. Dr. Özcanlı da diyor ki:

„Bağırma yavrum, burası mahrumiyet bölgesi, uyuşturucu iğne yok ki“

Ve yumruk darbeleriyle Fevzi Yetkin`in çeneleri uyuşturulunca Dr. Orhan`a teslim edilir.

„Hangi dişin ağrıyor yavrum?“ diyen Doktor Orhan`a Fevzi ağrıyan dişini gösterir.

Dr. Orhan „Hayır yavrum o dişin değil bu dişin ağrıyor; benim kadar mı bileceksin!“

Diyor ve Fevzi`nin sağlam dişini çekerek eline verince koğuşa gönderiyor.

Fevzi bu dişini koğuşta betona sürterek zar haline getirmiş, onunla uzun süre tavla oynamıştı.

Bir ara aynı koğuşta karşılaştık; bu öyküyü bana anlattı ve cebinden zarı çıkardı; aynı zarla ben de tavla oynadım..






ceza alan olmadı
hiçbir görevlinin ceza almadığı bu dehşet süreciyle ilgili duyduklarını 1987'de bir kez de yaşayanlardan dinlemek isteyen yazar aziz nesin'le ilgili bir anekdotu, iki yılını bu cezaevinde geçiren nuri sınır şöyle aktarıyor:
"aziz nesin, 'çocuklar' dedi, 'bu cezaeviyle ilgili çok şey söylendi, ancak siz orada yaşadınız, sizden dinlemek istiyorum.' 28 olay anlattık. aziz nesin çok dalmıştı, pencereden yağan karı seyrederken bir ara dönüp baktı ve şunu söyledi: 'yahu çocuklar, kendi hayal dünyamı çok geniş biliyordum. ama kürtlerinki daha çok genişmiş.' aziz nesin, bizim anlattıklarımıza inanmadı."
işte tanıklardan birinin, "durduğumuz yerde 16 saat diz çökerek bütün sesimizle ırkçı-turancı marşlar söylüyorduk" diye özetlediği 'türkiye'nin aushwitz'inden günlük yaşam manzaraları:

banyolu mu tv'li mi?
haluk yıldızhan (diyarbakır doğumlu): gözaltından gelenleri genel olarak sinema salonuna değil de, o zaman 37 olarak adlandırılan, daha sonra 36 adını alan hücrelere götürürlerdi. burada, "banyolu mu televizyonlu koğuş mu istersin?" diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasında yıldırdıktan, tamamen teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi.

yoruluncaya dek dayak
osman karavil (diyarbakır doğumlu): koridorda sıra dayağından geçirildikten sonra hücrelere dağıtıldık. tek kişilik bu yere yedi kişi sığdırıldık. askerler göründü, 'ellerinizi uzatın' dediler. hücrenin, kapı ve penceresinden ellerimizi uzattık. yoruluncaya kadar dövüp gittiler. bu dayaklar, tahminen her yarım saatte bir tekrarlandı. sonra hücre dayağı düzenine geçildi. günde üç fasıl, sabah, öğlen, akşam...

garabet'e sünnet
k.y. (diyarbakır doğumlu, 16 yaşında tutuklandı): bana cop sokmaya çalıştılar, çok direndim, kafamı duvarlara vurdum, kendime büyük zarar vereceğimi gördüler, benden vazgeçtiler. ama arkadaşlarımdan yaklaşık 200-250 insana cop soktular. aslen ermeni olan garabet demircioğlu arkadaşımız vardı. maşallahlı sünnet elbisesi giydirerek, törenle sünnet ettirdiler, ismini de ahmet olarak değiştirdiler.

koç mu kuzu mu?
nazif kaleli (şanlıurfa doğumlu): üzerinde 40 çivi olan bir sopa vardı, onunla vuruyorlardı. bir tane 'kuzu' dedikleri sopa vardı, bir de 'koç'. biz her zaman copu tercih ediyorduk. cop korkunç acıtıyordu, ödem oluşturuyordu, ama daha sonra geçiyordu. ancak sopalar kemikleri eziyordu.



'ağzına işeyeceksin'
cevdet baran (diyarbakır doğumlu): bişar akbaş adında bir arkadaş vardı. gardiyanların emrine karşı çıkıyordu, yürümüyordu, hem rahatsızdı hem de inat ediyordu. bir gün gardiyan kolumdan tuttu ve "çık" dedi. bişar'ın yanına götürdüler. onu karın içine yatırmışlardı ve bana dediler ki, "ağzına işeyeceksin."
"yapmıyorum" demedim. "gelmiyor komutanım" dedim. beni dövmeye başladı. epey dövdü, karın içinde sürdürdü, tabanlarıma vurmaya başladı. ne yaptıysa "gelmiyor" dedim. sonunda beni de bişar'ın yanına yatırdı.

kelime başı 150 sopa
hasan daş (mardin doğumlu): hücreler kötü, koğuşa gitsem rahat ederim, diye düşünüyordum ki, 6'ncı koğuş'a götürdüler. gardiyan geldi, 'yeni gelenler öne çıksın' dedi. elinde bir değnek, değneğin adı haydar.
bana, 'kaç gün hücrede kaldın' dedi. 'bir ay' dedim. 'atatürk'ün gençliğe hitabesini ve andımızı da mı ezberleyemedin?' 'hayır, okumam-yazmam yok komutanım' dedim. haydarla bayıltıncaya kadar dövdü. 53 tane marş ezberledim. her bir kelimesi için yüz ellinin üzerinde cop yedim desem, asla mübalağa olmaz.

copu dişlettiler
mehmet ece (van doğumlu): bir gün gardiyan çağırıp dövdükten sonra ağzıma cop sokup "dişle" dedi. copu dişlediğimde hızla çekti ve önden iki dişim kırıldı. kırılan dişlerimin kökleri kaldı. bir hafta sonra yüzüm, gözüm balon gibi şişti. aynı gardiyan, "niye yüzün şiş" diye soruyordu.
"ranzadan düşerken dişlerim kırıldı komutanım" diyordum.

'ranzadan düştüm'
mehmet emin kardeş (mardin doğumlu): dövüyorlar, muhakkak dövdüğü kişinin bir tarafını da kırıyorlardı. "ne oldu sana" diyorlar, "ranzadan düştüm komutanım" diyorduk. herkese avuç avuç bok yediriyorlardı, bu çok sıradandı. 23'üncü koğuş'ta y.a. adında bir arkadaşımız vardı. herkesin gözü önünde ona cop soktular. cop sokma, bok yedirme çok adettendi.



köpeğe tekmil
paşa akdoğan (diyarbakır doğumlu): tıraş kremini, kalın çizgiler şeklinde yüzümüze sürdüler, sonra upuzun ince bir ip getirerek, "tren yapacağız" dediler.
herkesin kamışına ip bağladıktan sonra "koş" dediler. koşuyoruz ama en ufak bir şekilde geride kalmak herkesi gerdiriyordu ve aynı zamanda hep birlikte oturup hep birlikte kalkmak zorundaydık. bir süre o şekilde koşturup yat-kalk yaptırdılar. sonra alt hücrelere indirdiler. banyo dedikleri de lağımdı. köpeği öyle alıştırmışlardı ki, tekmil vermediğin zaman saldırırdı. üzerimizdeki elbiseleri parçalardı ve hiçbir şekilde ona karşı bir şey yapamazdık.

'kanlı karavana yedik'
selahattin bulut (mardin doğumlu): kapı açılıp karavanayı içeriye getirmeden önce gardiyan bizi çok döverdi. "verdiğim yemeğin hakkını istiyorum" derdi, ta ki bir tarafımızdan karavanaya kan akana dek döverdi. o işkence döneminde günde üç öğün, kanlı karavana yerdik. diş macunu, deterjan, çöp gibi şeyleri yediriyorlardı. cezaevine türkçe bilmeyen ziyaretçi alınmazdı.
türkçe bilmeyen nenem, dilsiz taklidiyle görüşe girdi. ağzından bir kelime çıkmadı. sadece hıçkırıyor, yaşlı gözlerle bana bakıyordu. ben çıkmadan da öldü.

--------------------------------------------------------------------------------

çıplak koridor temizliği
behlül yavuz (diyarbakır doğumlu): bir gün, "sizi hamama götüreceğiz" dediler. iki ayda bir yarım kova soğuk su bize ya düşüyor ya düşmüyor. bu hamam nereden çıktı diye endişelenmeye başladık. hamama gittik, "soyunun" dediler. herkes çırılçıplak soyundu. "su dök", biraz su döküldü. "sabun sür", sabun sürüldü.
"su dök", biraz su döküldü ve "giyin, çık dışarı" dediler. o ıslak ve sabunlu halimizle, atlet ve külotları giydik. büyük koridorda, "tek kol sıra halinde dizilin" dediler. o koridor, dayaklar nedeniyle hep kan ve irindi. birinci sıra kaba kirleri sildi, ikinci sıradakiler arta kalan ince tabakayı siliyorduk, üçüncü sıra da tertemiz siliyordu ve o halde bizi koğuşa geri getirdiler. o pislikle yatmak zorundaydık. her taraf kan ve irindi. aşırı bir bitlenme vardı. sekiz saat sürekli dayak yiyorduk. dayak yemediğimiz yemek aralarında ve molalarda da birisi atatürk'ün nutukları ve yaşamını okur, biz de tekrarlardık.

--------------------------------------------------------------------------------

'ölebilirim' dedi, öldü
cemşit bilek (12 eylül döneminde diyarbakır'da siyasi dava avukatı): müvekkillerimiz mahkemede hazırolda duruyordu. konuşma hakları yoktu. sandalyede oturmuş, ellerini nizami şekilde dizlerinin üstünde tutuyorlardı. kafalar sıfır numara tıraşlı, tek tip elbise içinde, başlarını dik tutarak, tek bir noktaya bakarak, put gibi durmak zorundaydılar. ölümü de göze alarak kalkıp konuşanlar oluyordu. rahmetli necmettin büyükkaya, geldiği son duruşmada ayağa kalktı, söz istedi. "bir sonraki mahkemeye kadar yaşamayabilirim, haberiniz olsun, beni sürekli tehdit ediyorlar. sonra 'yok kalpten gitti, şundan, bundan gitti' türünden düzmece bir tutanak da tutarak beni öldürebilirler. ancak gördüğünüz gibi ben çok sıhhatliyim" dedi. ve gerçekten de bir sonraki mahkemeye gelmeden öldürüldü.






Nivisén diné......!!!!!


diyârbakır cezaevi olayı kaçınılmaz olarak şu sonucu ortaya çıkarıyor: 12 eylül cezaevlerinde yaşananlar hakkında birçok tanıklıklar, yığınla kitaplar, raporlar, belgeseller, türküler varken ve aslında sıcağı sıcağına -tüm baskılara rağmen- kamuoyuna iletilmişken ve bütün bunlar türkiye genelinde yaygınken diyârbakır cezaevi nam-ı diğer "cehennem" hakkında çok az bilgi kamuoyuna paylaşılmış. halbuki diğer cezaevlerinden kat be kat fazla işkence yaşanmış cehennem hakkında daha çok bilgi olmalı ve paylaşılmalı değil mi?

sorunun cevabını vermeden kendi hayatıma dair iç burkan bir detay vereyim istiyorum. kendimce amatör bir biçimde, "köken"inin yurdışına kaçma plânları yapıldığı 12 eylül faşizmi hakkında yazılmış ne kadar kitap varsa topladım, özellikle amnesty international'ın (uluslararası af örgütü) döneme ait raporlarını inceledim, elimden geldiğince gazete küpürlerini karıştırdım; ama bir konuda tıkandım. konu cehennemdi. sadece "eksik halka" olmasından değildi; çocukluğuma ait bir hatıra da: tanıdığımız aklî dengesini yitirmiş bir adam vardı. sonradan kendisinin sağlığının bozulmasındaki nedenin cehennemde geçirdiği işkencelerden dolayı olduğunu bir şekilde öğrendim. evet, tanıdıklarımız arasında birçok kişinin işkenceden geçirildiğini, kötü muamelelere maruz kaldığını biliyorum, bazılarını da birincil ağızdan dinledim ama bu adam farklıydı. babam, "işkence gördü" diyordu lâkin ayrıntısını öğrenemedim. "fark ne olabilir?" diye düşünürken kaynaklarımdan birinde bir tanıklığa rastladım. ve o zamana kadar, "tanık" olmadığım bir şekilde dehşete düştüm... ben, okuduklarımdan "artık beni şaşırtacak bir şey olamaz" derken yarıda bıraktım, soluğum kesilmişti.

insanlar, cehennemde insanlıktan çıkarılmıştı. ve bunlar tamamen bilinçli, sistematik ve kontrollü bir şekilde yapılmıştı. demek istediğim, üç beş subayın, birkaç savcının marifeti değildi. 12 eylül'de amaçlanan neyse o yapılmıştı; eksiği yok, fazlası vardı. ve içimiz yana yana kabul etmeliyiz ki, zekice (!) bir eylemdi bu: insanlıktan çıkarıldığı için, buradaki işkencelerin anlatılması olanaksızdı, bir otosansür vardı, bireyleri utanç duygusu kaplamıştı. aslında utanması, yerin dibine geçmesi gereken bu faşist düzendi ama öyle "başarılı" bir oyun sahneye konmuş, fiziksel baskı bir yana öyle psikolojik travmaya uğratılmıştı ki, bunlar anlatıl(a)mazdı.

bir de, anlatıcı insanın muhatabı olması gerekir. dediğim gibi, şahsen ben ne örneğin bir dönem basında gündeme oturan selim dindar'ın söyleşisini ne de başka tanıklıkları okuyabildim, yapamadım, içim kaldıramadı... biliyorum, bu şekilde davranmakla büyük saygısızlık yapıyorum hatta ahlakî açıdan suç işliyorum ve bunun savunması da yoktur ama ben duyduklarıma bile katlanamadım. bir de kurbanların hâlini düşününce kahroluyorum. aziz nesin'in cehennem hakkındaki malum sözü de bu bağlamda bakılmalıdır. elbette gördüğü işkenceleri büyük bir cesaretle anlatan bireyleri öncelikle kutlamak gerekir. bu, takdire şayân bir davranıştır.

murat belge'nin dediği gibi 12 eylül sona ermedi. bu dönemle hesaplaşılmıyor, cesaret yok. unutarak, içe atarak, "delirerek!" geçirilmiş onca yıl. yüzleşilemedi. yüzleşilemediği için anayasasıyla, kanunlarıyla, kurumlarıyla, ertuğrul özköşk'üyle her gün yaşı.........

-sus asc!! vatanın onca derdi var bir de doğruluğu şüpheli tanıklıklarla mı uğraşacağız!? hem kenan paşa geldi de terörü bitirdi! şükranlarını sunacağına kusuyorsun! bir kere de vatanın için iyi şeyler söyle be adam!!


........


....................
.............

Amed, şehrim benim, sende kaldı tüm düşlerim

GÜLŞEN İŞERİ


Bundan tam 25 yıl önceydi yıl 1982; Diyarbakır Cezaevi'nde, insanlığa karşı olan tüm askeri darbelerin tarihsel karanlığında, işkencenin karanlık odalarında, insan kişiliği ve kimliği, yine insanlar tarafından yok ediliyordu.
2 Nisan 1984 tarihinde Genelkurmay Başkanlığının; "53 ölüm olayına rastlandığı, bu ölüm olaylarında 14 kişinin kendini astığı ve yaktığı, 23 kişinin çeşitli hastalıklardan öldüğü, 7 kişinin ölüm orucu ve açlık grevinde öldüğü, 7 kişinin işkencede öldüğü bazı münferit hadiseler dışında işkence olaylarının olmadığı" ile ilgili açıklamaları, alevler, ölüm askıları ve çeşitli hastalıklar yazan 'ölüm raporlarının soğukluğunda yalanlanarak, mezarlıklara doğru, sessiz bir çığlığın geri dönüşü gibi akıp gidiyordu.
İlk ölümdü Mazlum Doğan, Diyarbakır
zindanında. Dayatılan itirafçılığı ve işkenceleri protesto için 1982 yılında 20 Mart'ı 21'e bağlayan gece tek kişilik hücresinde kendini asarak intihar etti. Ve ardından... Bu ülkenin cezaevlerinde ve Diyarbakır Cezaevi'nde de insanlar ölüyordu. Ferhat Kurtay, Eşref An-yık, Necmi Öner, Mahmut Zengin kendilerini yakarak. 12 Eylül 1980-Mart 1984, ağır, sistematik, yaygın ve sürekli işkencenin uygulandığı binlerce mağdurun tanıklığında.
Açlık grevi başlatılmış, ses çıkmayınca da ölüm orucu sürecine girilmişti. 45 gün süren ölüm orucunda Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek yaşamlarını yitirmişler; Cemal Arat (02.03.1984), Orhan Keskin ise ölüm orucu sırasında idarenin baskı ve işkenceyi sürdürmesi sonucu ölmüşlerdi.
12 Eylül darbesi tüm demokrasi güçlerine karşıydı ama Kürtlerin payına daha ağır olanı, olağanüstü vahşet düştü. Ağır sansür; "görme, duyma ve konuşma" diyordu. Bu durum,
Türkiye toplumunun yaşanan vahşetten haberdar olmasını engelledi.
Bugün cumhuriyet tarihinin en derin kırıl-malarıyla seçime gidiliyor. Demokrasinin evrensel yolculuğuna çıkarken, toplumun tüm kesimlerine saçılmış yaralar, kanamaya devam ediyor. Bu sebeple Türkiye 78'liler Girişimi tarafından kurulan bir komisyonla Diyarbakır Cezaevi gerçeği uzun yıllar sonra gündeme taşındı. 'Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu' kuruldu geçtiğimiz günlerde. Yaşayanlar ve hayatını kaybedenlerin aileleri bir araya geldi ama onlar 'ben insanım' diyen herkesi bu komisyonda görmek istiyor.
Yaşayanlar ve onların aileleri, uzun yıllar Diyarbakır Cezaevi'de kalan Hamit Kankılıç, Yılmaz Sezgin içerdeki vahşeti, aileler Fevzi Doğan ve Kamil Kırman dışarıda nasıl mücadele ettiklerini anlattılar. Diyarbakır vahşetini anlatmak ne kadar zor olsa da, sözcükler boğazlara düğümlense de...
YASAYANLAR ANLATTI
HAMİT KANKILIÇ:Öyle bir vahşet ki...
26 Haziran 1980 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde başlayan zor yıllar; Aydın, Bursa, Çanakkale, Eskişehir ve son olarak tekrar Bur-sa'da devam etmiş. Tam 20 yıl sürmüş cezaevi süreci. Ölümlere tanıklık etmenin verdiği zorlukla konuşuyor Hamit Kankılıç. O günleri tekrar yaşıyormuş gibi anlatıyor. Diyarbakır deyince nefesini tutuyor, o süreç Kankılıç'ta o kadar derin yaralar bırakmış ki, nereden başlayacağını düşünüyor uzun uzun...
12 Eylül öncesinde girdim cezaevine. O zaman Diyarbakır Cezaevi yoktu. Askeri cezaevine konuldum. Sonrasında adli tutuklular için yapılan Diyarbakır Cezaevi'ne getirildim. Yıl 1980'di. Hatta darbe olmuştu ve biz 12 Ey-lül'ü cezaevinde radyodan öğrenmiştik. Tabi sonrasında yapılan işkenceler vs... başladı. Tüm bu işkenceler yaşanırken de açlık grevi sürecine girdik. Öyle bir sistem ki insanlığından çıkartılmak için her şeyi yapıyorlardı.
Ben 35. koğuşta kalıyordum. Tabii o kadar çok ölümlere tanıklık ettim ki; bunları anlatmak bile sanki o günlere tekrar götürüyor beni. Açlık grevi çözüm olmadı ve ölüm orucu sürecine girildi. O ara 28. günde Ali Erek ölüm orucunu bıraktı ama uygulamaları da kabul etmedi. Bir gece mide sancısından kıvranırken ve çığlık atarken bir anda sesi kesildi, öldürülmüştü. Biz bunu biliyoruz.
Cemal Kılıç adlı yurtsever bir köylüye İstiklal Marşı'nı zorla söyletmeye çalıştılar, ezberlemeyince onu da öldürdüler. Bu şekilde
ölümler o kadar çok oldu ki, hangi birini dile getireyim... Mahkemelerde dile getirilmesine rağmen mahkeme sorumluluk kabul etmiyor ve sonuçlanmıyordu. Hiç unutmuyorum 21 Mart günüydü çok yoğun önlemler alınmıştı, hiçbirimiz ne olup bittiğini bilmiyorduk. Ta ki yemek sırasında öğrenene kadar. Evet Mazlum Doğan şehit olmuştu, üstelik tek başına kaldığı hücrede. Bunun ardından 33. koğuşta kalan Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Mahmut Zengin, Eşref Anyık olayı protesto etme için kendilerini ateşe verdiler.
Mahkeme süreci devam ediyordu, tekrar mahkemeye çıkıldı. Yine sorunlar anlatıldı, ancak mahkemeden hiçbir ses çıkmadı. Kemal Pirler bu olaylar üzerine ölüm orucunu başlattığını söyledi ve ölüm orucunun 54. gününde hayatını kaybetti. Ölüm orucu sürecinde Kemal Pir'le birlikte Akif Yılmaz, Ali Çiçek ve M. Hayri Durmuş da hayatını kaybetti.
Dedim ya öyle bir vahşetti ki insan, insan olmaktan ve nefes almaktan utanıyordu.
YILMAZ SEZGİN:'Celladım bile yaşamasın'
6 Mayıs 1980'de PKK davasından tutuklandıktan sonra Diyarbakır Cezaevi'nde kalmış Sezgin. 20 yıl süren cezaevi sürecini anlatırken göz yaşlarına hakim olamıyor. 17 yaşında girdiği cezaevinde görmediği zulüm kalmamış. Tıpkı Diyarbakır Cezaevi'nde kalan diğer tutuklular gibi... "Koridorlarda işkence sesini duyduğunuzda ölmek istiyorsunuz, o sese tahammülünüz kalmıyor" diye anlatıyor Yılmaz Sezgin.
Cezaevine girdiğimde 17 yaşındaydım. İlk girdiğimde okuma yazma bilmiyordum, hayat daha da zordu. Çok yoğun işkence vardı. İdeolojik olarak bir şey bilmiyordum, sistemi de tanımıyordum. Sadece Kürt olduğum için harekete sempatim vardı.
O yoğun işkencede her şeye teslim olmayı dayatıyorlardı. Kendi kurallarına uydurmak istiyorlardı. Orada yatan insanların kendi insanlıklarını unutmalarını istiyorlardı. İnsani değerden tamamen uzaklaştırmak ve kendi kimliklerinden soyutlamak istiyorlardı.
İşkence sesini duyduğum zaman uyuyamıyordum. Bazen ölmek istiyordum. O sese tahammül kalmıyor. Diyarbakır her yönüyle vahşetti. İnsanlığa ait olmayan her şey vardı. Oradaki politikalar Kürtleri bitirmeye yönelikti. Ziyarete gelindiğinde sadece 'mercimekler nasıldı' diyebiliyorduk. Bu talimat verilmişti. Babam ziyaretime geldiğinde, nasılsın oğlum diyordu, ben sadece 'mercimekler nasıldı' diyordum. Nasılsın sorusunu karşılığı bu mu olmalıydı? Kim istemez babasıyla ya da annesiyle uzun uzun sohbet etmek, sarılmak, sesini duymak... Kim istemez ki? Bize bu çok görüldü.
Ama tüm yaşanılan işkenceye rağmen de güçlü bir direniş vardı. Bir bardak su bile paylaşılırdı, işkenceyi ve ölümü göze alarak paylaşılırdı.
Bazen öyle anlar yaşardık ki, ölsek de kur-tulsak derdik, ama arkadaşlarla karşılaşırdık, 'biraz daha dayan' diyerek birbirimizi telkin ederdik. 'Bitecek bu günler' derdik, gözlerimizle anlatırdık, boğazımıza düğümlenen özlemi hissederdik birbirimizin... Birbirimizden güç alırdık.
Güç ala ala yaşadık. Yoksa iki gün bile dayanamazdınız. İnsan olmayı unutuyorsunuz çünkü, unutturuluyor size.
Ben derdim ki "Buradan çıkarsam, bunlar yanlarına kalmayacak. Aynı şeyleri ben de yapacağım düşmanıma!" Ama şimdi hiç öyle düşünmüyorum. Celladımın bile benim yaşadığımı yaşamasını istemem. İnsan insana nasıl yapar bunları?
Çok şey yaşadık ama en basiti; 'Kürt değil Türküm diyeceksin' dayatmasıydı. Ben bunun için çok işkenceden geçtim.
Yoğun işkence sırasında annene ve babana küfür edilse de 'emret komutanım' diyorsun. 60 kişi çırılçıplak birbiri üzerine bindiriliyordu, makata joplar sokuluyordu. Banyo vaziyeti alıyorsun, sabun yok, tazikli suyla ıslatılıyorsun.
Daha sonra dışarı çıktığında sağlı sollu askerler tarafından yat kalk emir komutası veriliyordu. Bir sürü insan intihara zorlandı o süreçte. Ölüm orucundaki arkadaşlara bile her türlü işkence yapıldı.
Şimdi bakıyorum, Diyarbakır denilince sevgi, paylaşım, direnç geliyor aklıma. Hayat geliyor, yaşamın zorluğu, ince bir ip üzerinde nasıl yaşanılır, o geliyor... Ve tüm bunların yanında yaşama nasıl sıkı sıkı tutunduğum geliyor.
Bu basın açıklamasında olmalıydı herkes. Bu artık bilinmeli, bunlar Türkiye'de yaşandı. 12 Eylül'de yaşanılanları sormak istiyorlarsa aydınların ya da 'ben insanım' diyen herkesin bu projeye destek vermesi gerekiyor.
AİLELER ANLATTI:FEVZİ DOĞAN:'Vahşetin içinde onu kaybettik'
1982 yılında hücresinde işkence ve itiraf politikasını protesto etmek için kendini asarak intihar eden Mazlum Doğan'ın abisi. Onca işkenceden geçmiş, insanlık dışı politikalara maruz kalmış, sonunda da tüm yaşanılanı protesto etmek için kendini feda eden Mazlum Doğan'ın abisi karşımızdaydı. Bir abiye ne sorulabilirdi ki... Biliyoruz ki hiç unutamadığı o süreci gözlerine düşürecekti ki söze başlar başlamaz da boğazı düğümlendi, soru yarım kaldı; ama yine de uzun bir nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı kısa da olsa...
Biz içeride değildik ama yaşanılanlar, daha doğrusu şimdi arkadaşların anlatımı da oradaki vahşetin açık örneği. Ben Mazlum'u hep uzaktan gördüm. "Nasılsın" diye bağırıyor-duk sadece, duyarsa... Bir suliet gibi görebiliyorduk. O bile bizi mutlu ediyordu.
Babam bir kez görmüş, o da işkenceden çıkarken. Bir baba için ne kadar zor. Babam 'bırakın oğlumu' dediğinde de babama vurmuşlar. Mazlumun yoğun işkenceden dolayı da gözleri görmüyormuş, babam bunu fark edince tepki göstermiş... Ama ne fayda. Sen dışarıdasın o içerde, ve orada neler yaşandığını az çok tahmin edebiliyorduk. Ziyarete gittiğimizde Mazlum'u bulmak için kabin kabin dolaşıyorduk. Yanında asker var, görebiliyorsun ama birkaç saniye sadece. Kafanı sağa sola çeviremiyorsun, sonunu biliyorsun, başına neler geleceğini de... Bir umudumuz da duruşmalarda görebilmekti, ama ne mümkün!
Duruşmalarda elleri kelepçeli ve ayaklarında zincirler oluyordu, ayaklarındaki zincirler birbirine bağlı... Biri ring aracından inince diğerleri de onun üzerine düşüyordu. O da ayrı bir işkence yöntemiydi. Tüm bunları bir aile olarak yaşamak gerçekten tarifi olmayan bir acı. Mazlum'un öldüğünü bilmiyorduk, annem ve babam ziyarete gittiklerinde tutuklu ziyaretçileri aralarında "Kara-koçanlı biri ölmüş" diye konuşurlarken öğreniyor ailem. Çünkü tek Karakoçanlı Mazlum var cezaevinde.
KAMİL KIRMAN:'Aldığımız bilgiler korkunçtu'
1983 yılının sonlarında yapılan ölüm orucunda hayatını kaybeden Orhan Keskin'in yakını. Orhan Keskin; talepler kabul edilmesine rağmen ölüm orucunu bırakmıyor. Çünkü taleplerin uygulanacağına inanmıyor. Zorla müdahale sonucunda hayatını kaybediyor.
Orhan Keskin'i, yakını Kemal Kırman anlattı: Orhan Keskin Devrimci Yol'un Güneydoğu Anadolu sorumlusuydu. 1980 yılında çatışmada yaralı yakalandı. Bir yıl boyunca kendisinden haber alamadık. 1981 yılından sonra ailesine haber geldi. Yoğun işkencede olduğunu öğrendik.
Orhan'ı anlatmak o kadar zor ki... Bakış açısının verdiği sentezle farklı bir görüşe sahipti. Cezaevi sürecini izlemek bizim açımızdan mümkün olmadı. Aldığımız bilgiler korkunçtu.
Devletin sistematik bir biçimde işkence uyguladığını her defasında içimiz sızlayarak duyuyorduk. 1983'ün sonuna doğru ölüm orucu başladı. Biz hastanede uzaktan görebildik. Orhan abi ölmeden önce bir anlaşma sağlandı; Orhan inanmadığı için ölüm orucunu bırakmadı ve şehit oldu. Zorla müdahaleye maruz kaldı.
TÜRKİYE 78'LİLER GİRİŞİMİ SÖZCÜSÜ: CELALETTIN CAN
Diyarbakır vahşetini toplum hâlâ bilmiyor
DİYARBAKIR Cezaevi'nde aslında insanların doğuştan gelen özelliklerine yani kişilik özelliklerine yüklenildi. Diyarbakır Cezaevi, Kürt sorununu artıran bir yerdi. Diyarbakır Cezaevi'nin en temel özelliği Kürtlerin tüm kesimlerini hapsetmesidir... Aydını, hukukçusu vs. Kürtçe yasak, konuşacağın dil yok, Diyarbakır Cezaevi'nde kendini öyle bir inkar et ki; yarın sokağa çıktığında kendinden öyle utan ki politikası vardı.
Her yöntem uygulandı. Ebu-Garip Diyarbakır'dan sonra gelir. Çıplak birbirine bindirmeler, sistematik işkence vs... Ama Diyarbakır öyle bir yer ki direnişin de kalesi olmuştur. Diyarbakır'da yaşanan vahşeti toplum bilmiyor. Toplumu bilinçlendirmek gerekiyor. Duyanlar şaşırıyor, bizim adımıza işlenmiş bir suçtur diyor ve özür diliyor. Diyarbakır gerçeğini Türkiye toplumuna anlatmak ve hesap sormak gerekir. Diyarbakır Cezaevi'ni anlamak Kürtleri anlamaktır. Bizler özür borçluyuz Kürtlere.
Kürtler ve Türkler, vicdan sahibi olan herkes, Diyarbakır gerçeğini aydınlatmak için kurulan komisyona destek vermeliler.


.....
............

Geçmiş geçmediyse suç bizde


Yıldırım Türker Evet, kaldığımız yerden devam ediyoruz. Solcu olmayan sol partilerin birleşmesi için dua edip asker muhtıralarına şükrediyoruz.
Tartışmaya itildiğimiz konular, tartışmakla görevlendirildiğimiz sorunlar, hayatımızı bizden kaçırmak üzerine kurgulanmış.
Asal soruyu Rakel Dink, Başbakan'a soruyordu. Mektubunu okudunuz mu?
"...Ayrıca sevgili eşim ne savaşta öldü ne çatışmada ne de çekişmede. Onu seçerek, bilerek, kasten ve arkadan vurarak öldürdüler. Devletin bakanı onu sağken hain ilan etmişti, öldürüldükten sonra da devletin askeri ve komutanı ona hâlâ hain diyebiliyorlar (Giresun Jandarma Bölge Komutanı'nın 9 Nisan'da şehit cenazesinde yaptığı konuşma) ve katili yakalamakla görevli devletin polis ve jandarması cinayetin tetikçisiyle poster havasında hatıra fotoğrafı çektirmek için birbiriyle yarışıyor, Türkiye bayrağı önünde poz veriyorlar. Bunun gibi söylemleri, davranışları engelleyebilecek cesaretiniz var mı? Bu söylemler değişmedikçe bebekleri katil olmaktan kurtaramayız. Bunlar şerefli ve onurlu bir devlete yakışmadığı gibi, o devletin başbakanı olarak devletin şerefini ve onurunu yükseltmek size ve arkadaşlarınıza düşmektedir. Bize vatandaşlar olarak hangi kapıyı çalmamızı önerirseniz lütfen bildirin. Kınama yayımlayan devletlere de hain diyorlar, yoksa Türkiye devleti, böylesi bir cinayeti kınamıyor da tasvip mi ediyor?"
İşte, sorulması gereken soru budur.
Rakel Dink'in parantezleyip andığı konuşmadan haberiniz var mı? Giresun Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Dursun Ali Karaduman 9 Nisan'da bir şehit cenazesinde duygularına esir düşmüş ve emekliliği bekleyemeden haykırıvermişti: "Bugün Amerikan Senatosu, Fransız Meclisi, İngiliz Lortları, AB Parlamentosu, şehidimizi katledenler için kınama mesajı göndermedi. Onlar ancak hainler öldüğü zaman kınama mesajı gönderirler."
Kısacası, askerin her dem düşman ilan ettikleri, her fırsatta işaret edip andıçladıklarının başta yaşama hakkından başlayarak bütün hakları
askıya mı alınmıştır?
Şemdinli konusunda kim bilir ne tür pazarlıklar sonucu korkup geri çekildiği için yakında kafasına yediği muhtırayı hak etmemişse de o muhtıranın yolunu açmış olan sayın Başbakan bakalım bu mektubu değerlendirebilecek mi?

Geçmişin adaleti
Türkiye 78'liler Girişimi yeni bir dosya açtı.
Evet, asıl sorun işte tam da buradan kanıyor. Birlikte okuyalım.
"Bugün 18 Mayıs. Evet bundan tam 25 yıl önce 1982 yılında; Diyarbakır Cezaevi'nde, insanlığa karşı olan tüm askeri darbelerin tarihsel karanlığında, işkencenin karanlık odalarında, insan kişiliği ve kimliği, yine insanlar tarafından yok ediliyordu.
2 Nisan 1984 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı'nın; '53 ölüm olayına rastlandığı, bu ölüm olaylarında 14 kişinin kendini astığı ve yaktığı, 23 kişinin çeşitli hastalıklardan öldüğü, 7 kişinin ölüm orucu ve açlık grevinde öldüğü, 7 kişinin işkencede öldüğü, bazı münferit hadiseler dışında işkence olaylarının olmadığı' ile ilgili açıklamaları, alevler, ölüm askıları ve çeşitli hastalıklar yazan 'ölüm raporları'nın soğukluğunda yalanlanarak, mezarlıklara doğru, sessiz bir çığlığın geri dönüşü gibi akıp gidiyordu.
Bu ülkenin cezaevlerinde ve Diyarbakır Cezaevi'nde de insanlar ölüyordu. Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Necmi Öner, Mahmut Zengin kendilerini yakarak, 12 Eylül 1980-Mart 1984, ağır, sistematik, yaygın ve sürekli işkencenin uygulandığı binlerce mağdurun tanıklığında ölüyorlardı.
Bugün Cumhuriyet tarihinin en derin kırılmalarıyla seçime gidiliyor. Demokrasinin evrensel yolculuğuna çıkarken, toplumun tüm kesimlerine saçılmış kırıklar, kanamaya devam ediyor.
Camdan kırığımız: Türkler ve Kürtler!
12 Eylül darbesi tüm demokrasi güçlerine karşıydı ama Kürtlerin payına daha ağır olanı, olağanüstü vahşet düştü. Ağır sansür; "Görme, duyma ve
konuşma" diyordu. Bu Türkiye toplumunun yaşanan vahşetten haberdar olmasını engelledi.
Daha fazla dayanamayan Kürtler ise dağlara çıktı.
Şimdi soruyoruz: Böyle başlamadı mı?
Kürt sorunu hep vardı. 12 Eylül sürecinde Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananlar Kürt sorununun boyutunu ve niteliğini değiştirdi. Diyarbakır'da insanların kişilikleri ve kimlikleri üzerine gidildi. Bu Türkiye toplumu içinde kırılma, hatta derin bir yarılma yarattı. Cuntanın Diyarbakır Cezaevi'nde uyguladığı ırkçı-kafatasçı vahşetle yüzleşmeyenler, Kürt sorununun neden çözülmediğini bugün dahi anlayamazlar.
Yine soruyoruz: Dünden bugüne süreç böyle yaşanmadı mı?
Bizler: Türklerin/Kürtlerin, birbirimizi anlamanın yolunun Diyarbakır Cezaevi'nde yaşananları/yaşatılanları sorgulamaktan geçtiğine inanıyoruz.
Bizler: Diyarbakır vahşetinin sorumlularının toplum vicdanında ve insanlığın ortak değeri hukukta yargılanmasının toplumsal yaraları
adalet duygusuyla saracağı görüşündeyiz.
Bizler: Adalet ve toplumsal barış için bu ülkenin tüm demokrasi güçlerini, 'Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu'nu kurarak; yok edici karanlıkları var edenleri ve bu karanlıklarda var olanları, insan kişiliğini ve onurunu yok edenleri, insanlık suçu işleyenleri; Demokrasinin aydınlığına, gün ışığına çıkarmaya davet ediyoruz.
Diyarbakır Cezaevi karanlık sayfasını kapatmanın yolu budur!
Barışa giden yol budur!
18 Mayıs 2007: Kaldığımız yerden devam ediyoruz!
Türkiye 78'liler Girişimi"

Hasan Cemal aktarmıştı
Hasan Cemal'in benzersiz çalışması 'Kürtler'in girişinden bir bölümü aktararak ben de hepinizi destek olmaya çağırıyorum.
Hasan Cemal, "Felat Cemiloğlu'nun başından geçenleri ilk kez bir Diyarbakır akşamında 1990'lı yılların başında kendi ağzından dinlemiştim" diyor. Cemiloğlu, "Hapishaneden çıktıktan sonra genç olsaydım, dağa çıkardım" diye başlıyor sözlerine.
İşte anlattıklarının son bölümü:
"Seni psikolojik olarak çökertmek, yıkmak için her şey yapılırdı. Kapının önüne çıkararak cop sokmak....Seyredene de o copu yalatırlar. Kusarsan, öbürüne yalatarak yeri temizletirler.
PKK'nın ismini daha önce hiç duymamıştım.
İçeri alındıktan sonra öğrendim. O zamana kadar biz bu örgütü 'Apocular' diye bilirdik.
Bu anlamda siyasetle hiç ilgilenmemiştim.
Dişlerimin çoğu sallanıyordu. Neden mi? Çünkü hep kalas dayağı vardı ceza olarak. Aç ağzını derlerdi, kalası getirir, iki elleriyle tutar ve küt
diye çenenin altından yukarı doğru vururlardı.
O kalın kalası çenene alt taraftan yedin mi, eğer tecrübesizsen dilini ısırırsın. Tecrübeliysen dilini ısırmazsın ama bu sefer de dişlerin birbirine girer. İşte böyle bir şey. Bana bir gün bir avuç bok yedirdiler de, sallanan dişlerimden kurtuldum!
Tek ayak üstünde, duvar dibinde duruyordum. Ceza! Ama bir süre sonra yoruluyorum. Ayağım düşüyor yere, tutamıyorum. Emre itaatsizlik!
Cezası: Duvarın dibinde, kanalizasyonun kapağını kaldırdılar, bir avuç bok alıp ağzıma attım. Sonra ağzımda pislik, hazır ola geçtim, öylece duruyorum.
Kıpırdamak yok. Temizlemek yok. Yere tükürmek yok. Öylece ağzın kapalı, kımıldamadan ayakta, hazır olda bekliyorsun.
Bir süre sonra bıraktı, içeri girdim.
Elazığlı arkadaş. İsmi Ramazan. Allah razı olsun, bazı dişlerimi iple çekti. Çünkü temizleyemedim dişlerimi...Altın kaplama olan iki dişten birini cebine attı, birini bana verdi hatıra olarak. Hapishaneden çıktıktan sonra ilk işim dişçiye gidip takma diş yaptırmak oldu.
Sekiz ay yattım, Diyarbakır E Tipi Askeri Cezaevi 33 No'lu koğuşta.
Elli beş yaşındaydım.
Sekiz ayda 18 kilo verdim. İğne iplik kaldım. Çıktığımda kimse tanımadı beni."





....
.
.
...........


....
....

Berhevkırın > PCkopat.....Dirok: 29/05/2007
....

..
.


hevpeyvin.....//çavkani hasan cemal-kürtler/

...
Diyarbakır AskeriCezaevi'ndekaçyıl yattınız?
Üç yıl yattım.
Hangiyıllar arasında?
1981'de girdim, 1984'te tahliye oldum. Diyarbakır Cezaevi'ne girdiğimde 20 yaşındaydım.
Hangi suçtan mahkûmdunuz?
Biz sülale olarak seyitiz ve ben zengin bir ailenin oğluyum. O dönemde eğlence içinde yaşıyordum. Hiçbir siyasi faaliyetim yoktu. Zaten ben yakalanmadan önce de siyasi değildim, yakalandıktan sonra da olmadım. Ama tabii Cizreliyim ve 12 Eylül 1980'i orada yaşadım, nasibimi aldım. Bizim bölge eskiden beri KDP'liydi. Ailem de öyleydi. Haliyle benim de Barzani'nin partisine sempatim vardı ve 'KDP'liyim' diyordum. KDP nedeniyle arandım, sınırda yakalandım ve ceza yedim. Mardin'de 78 gün sorguda tutuldum. Oradan Diyarbakır'a götürüldüm ve mahkemeye çıkarıldım, tutuklandım.
PKK ile herhangi bir ilişkiniz olmuş muydu?
Olmadı. Ben hiç PKK'lı olmadım ve PKK'lı da değilim. Üç yıl boyunca hep tek başıma mahkemeye çıkarıldım ben.
Hasan Cemal'le 'Kürtler' isimli son kitabı üzerine yaptığımız konuşmada, Hasan Cemal bana 'Eğer biz gazeteciler, Diyarbakır Cezaevi'ni, insanlığa karşı işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekân olarak o dönemde tam sergileyebilmiş olsaydık, Türkiye'de belki bazı şeyler değişirdi. Ama biz orada yaşananları kıyısından köşesinden anlattık' dedi. Aslında o dönemde Diyarbakır Askeri Cezaevi'yle ilgili pek çok söylenti vardı. Siz, Diyarbakır Cezaevi'ni tek bir kelimeyle anlatmak isteseydiniz hangi kelimeyi kullanırdınız?
Cehennem... Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi'nde yaşadık. Halbuki, yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde ise sorgu işkencehanelerini özledik.
Günlük hayat nasıldı orada?
Akşama kadar eğitim vardı. Sabah koğuşun içinde yüz kişi sıraya tutuluyorduk. Esas duruşta askeri marşlar söylüyorduk. 60'tan fazla marş ezberlemiştik. Eksik ya da yanlış söyledin diye, bu marş söylemeler dayaksız geçmiyordu. Her koğuşta mutlaka muhbirler ve gözetleme delikleri vardı. Birbirimizle konuşamıyorduk, oturamıyorduk. Hep ayaktaydık. 24 saat dayak vardı. Her an, gecenin 12'si, sabahın üçü, dördü, koğuşa bir bölük asker baskın yapabiliyordu. Haydar denilen kalaslarla, coplarla, su borularıyla dövülüyorduk. Öğleden sonraları, gardiyan bize 'Eğitime hazırlanın' komutu veriyordu. İşte o zaman herkeste korkudan tuvalete gitme ihtiyacı doğuyordu.
Niye?
Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu.
Anlamadım...
Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda sırtüstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün cezaevinin amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk. Hasta biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı'nın adamıydı. Oradan kendisine cezaevi için öldüren türden adamlar seçiyordu. Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla anlayamıyor.
İşkence görmemiş kimse var mıydı hapishanede?
Yoktu. İtirafçılar dahi işkenceyi gördü. Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. Tayyip Erdoğan'a, belediye başkanlığı döneminde danışmanlık yapan gazeteci Altan Tan'ın babası Bedii Tan'ı da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. Bedii Tan, işadamı Felat Cemiloğlu'nun ortağıydı. İkisi de bizim koğuştaydı.
Bedii Tan nasıl öldürüldü?
O, yüzünde devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığında bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm ediyordu. Bu tavrı, onları kızdırdı. Çok dayak yedi ve yatağa düştü. Yatağa düşünce gardiyan, 'Onu bana getirin' dedi. Götürdük. Bedii Tan
ayakta duramıyordu. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması emredildi. Duvara tutunarak güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan'ın göğsüne indirdi. Adamcağız kafa üstü yere düştü. Bedii Tan öldükten sonra koğuşa bir hâkim yüzbaşıyla asteğmen geldi. Bize, 'Bedii Tan koğuşa gelmeden önce ishale yakalanmıştı. Bağırsak enfeksiyonundan öldü' diye bir ifade imzalattılar. Biz ise aramızda anlaştık. Kim mahkemeye ilk çıkarsa bu cinayetle ilgili suç duyurusunda bulunacaktı. Mahkemeye ilk ben çıkarıldım ve 'Bizim koğuşta cinayet işlendi' dedim. Diğer arkadaşlar da suç duyusunda bulundular. Gestapo lakaplı o gardiyan sonra mahkûm oldu. Ben o ifadeden sonra bayılıncaya kadar dövüldüm.
Sürekli işkence ortamında yaşamanın insan üzerindeki ruhsal etkileri neydi?
İnsanın cezaevi dışındaki yaşamı hafızasından siliniyor. Eskiden tabaklı ve sürahili bir sofrada oturduğundan bile kuşkuya düşüyorsun. Annenin, babanın, kardeşlerinin yüzünü hatırlayamıyorsun. Tamamen cezaevine ait
oluyorsun. Ben bu vahşeti 23 yıl önce yaşadım. Orada insanlar öldü, hayatta kalanların çoğu ise hastalandı. İnsanların duyarsızlığından hâlâ korkuyorum.
Niye hâlâ korkuyorsunuz?
Böyle bir vahşet tekrar yaşandığı takdirde gene sessiz kalacaklarından ürküyorum. Bakın, cezaevinde kendisine tekmil verdiğimiz bir 'Komutan Co' vardı. Benim cezaevindeki ilk aylarımdı ve hücrede kalıyordum. Gündüzleri hücrenin içinde esas duruşta marş söylüyorduk. Nefesim o gün pislikten kesilmişti ve çömelmiştim ki, Komutan Co'nun sesi geldi. Komutan Co hücrelerin önünde geziyor, oturanı görünce havlıyordu. O bir kurt köpeğiydi ve biz ona 'komutanım' diye tekmil veriyorduk. Gardiyan bize onu , 'İşte komutanınız' diye tanıtmıştı. Komutan Co'ya tekmil vermemiz emredilmişti.
Her an işkenceye uğrayabileceğini bilmenin, çevrede sürekli işkence edilenleri görmenin yarattığı dehşet duygusuyla nasıl baş edebiliyordunuz peki?
Bunu, onurlu kalmanın bir bedeli olarak görüyorduk. Çünkü karşındaki kişi, senin insanlığını elinden almak istiyordu. Sen de insanlık onurunu korumak için direniyordun.
Orada, normal hayatın dışında bir hayat sürüyordunuz. Bir insanın algılamakta zorluk çekeceği şartlarda yaşıyordunuz. Bu, gerçeklik duygunuzu nasıl etkiliyordu?
Yaşadıklarımızıngerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ'de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. 'Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz' diyordu. Biz, ' Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız' desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. 'Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre'de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır' diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve 'Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor' dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, 'Biz yaşıyoruz...!'
Peki o yaşadığına inandı mı?
Hayır. 'Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum' diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.
Diyarbakır Cezaevi'ndeki mahkûmlardan dördü kendilerini koğuşta yakmıştı. Kimdi o dört kişi?
Ferhat Kortay, Necmi Önen, Mahmut Zengin, Eşref Anyık. 1981'in sonlarında itirafçılık başladı. İtirafçılar ayrı koğuşa kondu, onlara işkence yapılmadı. Onlar, spor yapıp, televizyon seyrediyorlardı. İtirafçıların sayısı da her gün artıyordu. Bu dört kişi, itirafçılara ve işkenceye karşı eylem yaptılar.
Onlar kendilerini yaktığında siz orada mıydınız?
Aynı koğuştaydım. Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. 'Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet' dedi.
Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca'nın başucuna gittim. Eğildim, 'Hocam bir şeyler söyle'dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, 'Bana türküyü söyle' dedi. 'Sevdalım' adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu.
Hapishaneden çıktıktan sonra neler hissettiniz? Hapishanenin sizin üzerinizde bıraktığı etki neydi?
Tahliyeden bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. İşkence, ölüm, hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum, haykıramıyordum.
Hapishaneden çıktıktan sonra psikolojik tedavi gördünüz mü?
Maalesef. Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan girip sokakta yürütüyordu.
Diyarbakır Hapishanesi'nde yaşananlar Güneydoğu'daki olayları nasıl etkiledi sizce?
Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi'ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. 'PKK hareketi 1984'te patladı' derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi'nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.
Aradan uzun bir zaman geçti. Hapishanenin izlerini hâlâ içinizde taşıyor musunuz?
Evet. Ama tuhaftır konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum...


...



...
jé bo agah u dosyén ABD....Pé leke....


Report Of The Events In Diyarbakir Prison


Berhevkırın > PCkopat.....Dirok: 29/05/2007



Hiç yorum yok: